UZAK / Italy, 2013.02.02
Cose mai Viste KAR BEYAZ
Hasan percorre chilometri di strada innevata per vendere Ayran, per sfamare i suoi fratelli. Altre vite gli fanno da spalla: la madre, un forestiero, un uomo che soffre di mal d’amore, un padre che non c’è e uno scenario bianco come la neve.
Il titolo non lascia scampo: Bianco come la neve mette in guardia chi guarda il film a un probabile congelamento degli arti, a una possibile screpolatura del labbro o della pelle o del puro corollario dell’occhio esposto alla luce monocromatica: tutto questo però è solo la superficie. Kar Beyaz in realtà è quello che c’è nel sostrato gelido, nella grotta del bianco: Hasan, un ragazzino di 12 anni, ci si è infilato con tutto il suo scheletro come se non fosse il freddo ad intimorirlo, né la morsa del vento, perché lui è il centro della materia viva, di quella che si scioglie nella terra a contatto col sole, lui è dentro un comparto isolato e in effetti è solo nell’ovattatura dell’inverno, nel silenzio del ghiaccio, nel cotone che si posa.
Primo lungometraggio di Selim Güneş, Kar Beyaz (Bianco come la neve) rientra in un cinema (quello turco) che si “sospende” (G. Costantiello) come se non esistesse gravità nei corpi o nelle rocce o nei moti del mare. In realtà si tratta di un cinema che arriva lo stesso a traforare lo sterno perché si riconosce nella forma del niente. Selim Gunes è un fotografo e ha saputo introiettare questo “fermo” linguaggio nel cinema, nel modo di catturare il luogo, la figura, il fondo. Il luogo è ricamato alla perfezione; nulla sembra sfuggire dai contorni, dallo schermo, dai profili delle cose ma l’immagine è contenuta nell’immagine, non scavalca la forma perché è la forma a imporsi. Allo stesso tempo però la forma si de-forma tanto da essere niente, si annulla nella sua perfezione estetica, nella ripresa del bianco che è un colore di luce; e la luce è un campo aperto, è la corsa di un cavallo bianco insanguinato nell’insostenibile candore.
Eccolo il rigore estetico del regista: calibrare il peso dell’intensità nel contrasto vivo che sembra quasi voler allontanare lo spettatore per mezzo della geometria calcolata delle immagini, distanti da un reale sporco, fatto d’imperfezioni; ma la contingenza del quotidiano tocca anche il film e Hasan allora è un bambino che lotta contro l’assenza del padre fatto prigioniero, diventa amico di una natura dei boschi e dell’inverno per vendere l’Ayran e guadagnare qualcosa per i propri fratelli mentre la madre è fuori per lavoro. Ecco allora che per sopravvivere di fronte a una mancanza bisogna costruirsi un quadro migliore, un punto di forza, una neve candida, un’inquadratura perfetta che comunque non dimentica il sentimento di perdita e di solitudine. In tutto ciò il film resta asciutto, non un colore di troppo, non una parola in più ma la scrittura procede lentamente fino, poi, a cambiare rotta ad assumere il tono di una favola per ragazzi: Hasan non rientra a casa, si fa buio ed è lì, perso nel bosco a difendersi dalla paura del buio e la paura di non rivedere più suo padre gli sanguina dal naso: il ricordo che ritorna.
Si direbbe che nel cinema turco ci sia quasi una volontà di esporsi completamente alla ragione delle stagioni, alla loro capacità di entrare in relazione con l’uomo. Non c’è sfida ma solo contemplazione di sé di fronte alla furia del mare che si frange lungo la banchina del porto (Sonbahar) o la consapevolezza di un amore dissolto proprio nel senso di dissolvenza di immagini e di volti nei granuli della neve (Iklimler); e Hasan assomiglia a un corpo friabile: lui come la neve attende un segnale, un cambio di stagione.
*** http://uzak.it/cose-mai-viste/346-kar-beyaz-.html
Görülmemiş Şeyler KAR BEYAZ
İtalyancadan çeviren: Emel Altan Ege
Hasan, kardeşlerinin karnını doyurabilmek için, ayranını satmak üzere karlarla kaplı yolda kilometrelerce yol kat eder. Başka hayatların yükü de onun omuzlarına binmiştir; Annesi, aşk acısı çeken bir yabancı, ortada olmayan bir baba ve “kar beyaz” bir manzara.
Filmin başlığı kaçınılmazdır; Kar Beyaz. Film, seyredenlerde soğuktan insanın içini donduran, derisinde ya da dudaklarında kuruma hissi yaratan, ya da gözlerini kısmak zorunda bırakan tekdüze bir ışık sergiler. Ama tüm bunlar, işin sadece bir yüzüdür. Kar Beyaz gerçekten de, beyazlıklar içinde kaybolmuş, dondurucu bir mekanda geçer. 12 Yaşında bir çocuk olan Hasan, güneşin yüzünü göstermediği toprakların tam ortasında yaşamaya alışkın olduğundan, insanın içini donduran rüzgar ve soğuk onun gözünü korkutmuyor olsa da, buz gibi havayı iliklerine kadar hisseder. O, ıssızlığın tam ortasında, karlarla kaplı bir kışın ortasında, insana pamuk yığınları arasında olduğu hissini veren buz gibi bir sessizliğin içinde, gerçekten de tek başınadır.
Selim Güneş’in ilk uzun metraj filmi olan Kar Beyaz, denizin azgın dalgaları ya da kayalıklar veya cesetlerin yer aldığı sahnelere yüklenen (G. Costantiello) bir film olmasa da, Türk sinemasına iyi bir giriş yapıyor. Selim Güneş bir fotoğrafçı ve sinema dilindeki bu “anı yakalama ve dondurma”yı, mekanı, figürleri, fondaki görüntüleri filme bu şekilde yansıtmanın yolunu iyi biliyor. Mekan, nesnelerin profilinden, sahnelenen ortamın yapısından en ufak bir ayrıntı bile atlanmadan mükemmelce anlatılmış. Tasvirlerle hayaller iç içe geçerken, bu durum ana yapının önüne geçmemiş, çünkü filmin yapısı bunu gerekli kılıyor. Ancak, bir görüntü aynı anda kendi mükemmel estetik formu içinde yok oluyor ve ışığın renklerinden biri olan beyazlığın içinde yeniden ortaya çıkıyor; Açık alan parlak bir ışığa bürünüyor, dayanılmaz bir beyazlığın içinden kana bulanmış beyaz bir at çıkageliyor.
İşte, yönetmenin müthiş estetik duyarlılığı burada kendini gösteriyor; Aldığı görüntülerin geometrik hesaplamalarında, kötü bir görüntüyü araya mesafe koyarak, yanılsama yaratarak, neredeyse seyirciden uzaklaştırmak istercesine, güçlü bir kontrast ışığa odaklanıyor. Ama filmde bunu yaparken, günlük hayatın gerçeklerine, hapse atılmış ve ortalarda görünmeyen babasının yokluğuna direnen, annesi dışarılarda çalışırken kendi kardeşleri için üç beş kuruş kazanabilme umuduyla “ayran”ını satabilme amacıyla ormanın derinliklerindeki yaşamla ve kış şartlarıyla dost olan henüz çocuk yaşındaki Hasan’ın yaşamına da dokunuyor. İşte bu noktada, mükemmel bir kadrajlamayla, verilmek istenen yalnızlık, kaybolmuşluk ve ıssızlık duygularını yitirmeden, bir çocuğun hayat şartlarını biraz daha iyileştirebilmek adına ortaya koyduğu mücadeleye, bunun için gösterdiği güce, bembeyaz karlara tanık oluyoruz. Tüm bunlar, fazla rengi olmayan, fazla söz söylenmeyen filmde yalınlık içinde aktarılıyor ve senaryo yavaş yavaş sona doğru ilerliyor. Sonra da, bir çocuk masalı havasına bürünüyor; Hasan eve geri dönemiyor, karanlık basıyor ve o, burnundan kan gelen babasını bir daha görememe korkusuyla karanlığın onda yarattığı korkuyu bastırmaya çabalayarak ormanın içinde kayboluyor, anılara dalıp gidiyor.
Türk sinemasında, bazı bölgelerin mevsimsel özelliklerini tam anlamıyla gözler önüne serme, bu durumun insanlar üzerinde yarattığı güçlü etkileri sergileme arzusunun yoğun olduğu söylenebilir. Bunda bir meydan okuma hali yoktur ama sadece, bir limanın rıhtımında kırılan azgın dalgalar karşısında derin derin düşlere dalma (Sonbahar) ya da duyguları paramparça eden bir aşkın varlığıyla suretleri ve hayalleri kar taneleri arasında birbirine karıştırma durumu (İklimler) söz konusudur; Ve Hasan da, benzer biçimde kırılgan bir yapıdadır; O da, mevsimin döneceğinin emaresi olan karın yağması gibi bir işaret beklemektedir.
*** http://uzak.it/cose-mai-viste/346-kar-beyaz-.html