Kar Beyaz / Nuray Coşan Temiz

festivallik.blogspot.com.tr, 2011.04.15

Nisan ayında sanki muson yağmurları… Ne yağmur ama. Geciktim hatta fena halde geç kaldım. Metronun merdivenlerini üçer beşer koşmaca. Zaman kazanabilmek için asansörle çıkmak üzere güruhun arasına girdim. Nefes nefese… Doluştuk. 13 kişi ve 200 kg dese de, gitmez… Bekleyiş, birbirini süzme derken birileri ‘yerimizde durduğumuzu’ söyledi. İçimden ‘film gidiyo arkadaşlar, almayacaklar beni’ diye yükseliyorum. Alevler sardı, bunaldım. Belki daha sonra vizyonda izlerim ama yönetmenin de geleceği bu tek seansı kaçıramam! Kime diyorsam… Üstelik, seyirciler çoktan salona alındı bile. Asansörden çıkıncaya kadar reklamlar da biter.

Üstelik, Fitaş’ta da değil taaa Atlas’ta. Akıl karı değil yetişebilmem, daha doğrusu kendimi salona atabilmem için uçmaktan başkası kurtarmaz. Offf of… Söz; hem de binlerce söz veriyorum, bir daha bir saat önce yola düşmeye… Şimdiyi bir atlatsam.

İmdat butonuna bi kaç defa bastıktan sonra asansörün kapısı açıldı, iki kişi indi, neyse yeniden hareket edebildik. Dışarısı sanki Hindistan. Yağmur çok güzel, pek güzel yağmakta, aralıksız.

Koşmaya başladım elimde şemsiye. Caddede pek kimse yok belki ama… Koş Lola Koş… Atlas’ın kapısına geldiğimde merdivenlerden geri dönen bir çift gördüm. İçeriye alınmayacağımın işaretini yoksaydım. Görevli kızımız kendisinin boyundaki panoyu göstermeye çalışsa da -mutlaka iyi şeyler yazıyordur gecikenler için ama ben, onlardan değilim- girmem gerektiğini söyledim. Orta yaşlı bi hanım daha var oracıkta, yabancı belli, kırmızı pardesülü ve pek renkli takılarından görebildiğim kadarıyla. Kısa bir söz arbedesi… O anda, kim olsa artık çare olamaz derken merdivenlerden Azize Tan geldi ve sadece “geçin” anlamındaki el işaretini algıladım, sonradan “sessiz olun ama” sözü kulağıma sonradan geldi. Yanımda hanımla birlikte biletimizin koçanını bile kesilmesini beklemezsizin uygun bir locaya attık kendimizi. İnsanların isimleri onları tanımlar, böyle düşünürüm nedense… Sanırım Azize hanıma o anda bir şey diyemedim; tüm emeklerine ve bugünkü nezaketine sonsuz teşekkürler.

KAR BEYAZ üstüne…

Sabahattin Ali’nin 1938’de yazdığı bir hikayedir Ayran, hala günümüzde yaşanmaya devam eden. Akşamında, haberlerde duydum Kütahya’da kurt saldırısına uğrayan iki kadından birisi Hasan gibi… Klasik eserler böyledir; zamana rağmen aynı örgüyü tarif ederler, mekan ve isimler değişse de, buralarda herkesin ayılarla bir karşılaşmışlığı vardır.

Artvin’in muhteşem doğasında kar altında geçer herşey. Yolunu bir lokma kuru ekmek için bekleyen iki küçük kardeş, nahiyede başkasının evinde çalışıp sadece hafta bir kez gelip giden anne ve uzaklardaki mahpus babanın tüm ağırlığı üstündedir Hasan’ın. Yaz kış demeden elinde bulunan tek geçim imkanı güğümündeki ayranı istasyondaki yolculara satabilmektir. Yazın neyse de, kışın kar altında buz gibi ayran pek talep görmez. Umut işte! İnsana neler yaptırmazki…

Yurdumuzun ne kadar da uzağında gibi gözükse de Artvin’indeki bir köy yeri, radyodan duyulan ajans haberleri bağlar ve benzer tutumlar ve kaygılar hissedilir. Filmde kimse pek konuşmadığından mıdır, üzerine bunca “konuşma” isteğim… Hikayede de yer alır “durmadan düşünüyorum, ne çok öldük yaşamak için” diyen şairin söylemi. Tek ümidi güğümündeki ayran yayılır karların üstüne…

Oysa, yönetmen koltuğunda fotoğrafçı oturmasından mıdır -hoş, onca rakım ve zorlu doğa koşullarında, bi köşeye oturup da gidişatı seyredecek bir koltuk olduğunu da sanmıyorum- her bir karesi fotoğraftan da muhteşem.

İki defa izlediğim son zamanların başarılı çalışması Sonbahar filmi kadar duru, sükun Karadeniz doğasında kahramanların iç dünyalarındaki çarpışmalar ve karamsarlık akıldan çıkmayan bir tezattır.

Yine de haksızlık etmek olmaz; bir körün bile çekim yapsa ödül alabileceği kadar muhteşem doğanın görüntü yönetmeninin işini kolaylaştırmış olsa da, kasvetli iç dünyaları bembeyaz doğaya salıvermiştir zaman zaman yaralı bir at gibi.

Eh, bundan sonraki tekliflere açık olduğunu söylemeyi ihmal etmeyen amatör başrol oyuncusu Hasan ya da asıl ismiyle Hakan’ı dinlerken bir an Kazım’ı dinliyormuş gibi hissettim; şivesi heral… Aydınlık insanlar yetiştirmiş olan Artvin, hala akabilen dereleriyle insanlarına da hayat veriyor, sanırım.

Eh, bu yıl festivalde seçtiğim tek yerli yapım ve tabii ki diğerlerine sözüm yok ama benim oyum bu çalışmadan yana.

*** http://festivallik.blogspot.com.tr