fotoritim.com, 2011.10.01
Hasan Sönmez: Öncelikle öykülerinde sıklıkla Anadolu insanının gerçeğini anlatan Sabahattin Ali’nin çatışmalı ruh hallerinin yer aldığı “Ayran” isimli öyküsünü sinemaya aktaran girişiminizden ötürü sizi kutlamak isterim. Benim size öncelikli sorum; Sabahattin Ali’nin pek çok öyküsü, pek çok yönetmen tarafından sinemaya uyarlandı. Siz de Ayran’ı kurmaca türünde yaptınız. Bu filmin senaryosu nasıl oluştu acaba? Aslında şöyle sorayım neden “Ayran”?
Benim bildiğim Sabahattin Ali’nin 5 veya 6 öyküsü, daha önceden sinemalaştırılmıştı. Aklımda olanlardan “Hasan Boğuldu”, “Kuyucaklı Yusuf” var. Sabahattin Ali benim de okumaktan büyük keyif almış olduğum bir yazar. Onun dilinin, sizin az önce söylemiş olduğunuz gibi, gerçeklik duygusunu öne çıkarmış bir yapısı var. Aynı zamanda üslup olarak da görsel bir anlatım tarzı vardır. Dolayısıyla onun bir öyküsünü okuduğunuzda birçok şeyi hayal eder, görüntüleri kafanızda canlandırırsınız. Ve o gerçeklik duygusunun insanda bırakmış olduğu etki de çok güçlüdür. Benim yıllar önce okumuş olduğum öykülerden birisidir “Ayran”. Necati Güngör “Ayran, insanın yüreğini kurşun gibi delip geçen bir öyküdür” der. Bende de bırakmış olduğu etki aynıydı diye düşünüyorum.
Sonrasında sinema filmi yapma kararı aşamasındayken, neyi yapayım noktasında, ilk aklıma gelen öykülerden biri “Ayran” oldu. Aslen 7-8 sayfalık bir öyküdür ve uzun metraj bir sinema filmi için kısa gibi durur. Ama ben Ayran’ın, öykünün bende bırakmış olduğu güçlü etki ve okurken hayal etmiş olduğum görüntüler nedeniyle iyi bir sinema filmi olabileceğini düşünmüştüm. Tek başına bir çocuğun kıraç yollardan gidiyor olması, istasyonda treni bekleyişi, bekleyiş sırasında hayal ettikleri gibi görsel yanıyla çok güçlü bir öykü. Ben de senaryo yazmaya niyetlenince “Ayran” ile başlayayım dedim. Tabii ki niyetlenmem ile senaryoyu yazmaya başlamam arasında ciddi bir çalışma süreci de başladı. Tamam yazayım deyince oturup senaryo yazılamayacağını insan görüyor. Senaryo yazmanın birtakım teknikleri ile ilgili araştırmalara başlayınca yaklaşık üç senemi alan bir çalışma dönemim başlamış oldu. Bu üç sene yönetmenin yapması ve bilmesi gereken şeylerle ilgili çalıştığım bir dönem oldu. Bu dönem içerisinde senaryonun yazım teknikleri ile ilgili kafamda bir şeyler oturunca senaryoyu yazmaya başladım. Şimdi tam olarak hatırlamıyorum, senaryonun ya dördüncü ya da beşinci versiyonunu Nesli Çölgeçen ile paylaştım. Kendisiyle bizim yıllara dayanan bir tanışıklığımız ve dostluğumuz var. Senaryonun o halini okuduğunda şöyle bir şey demişti; senaryonun bu haliyle henüz uzun metraj bir film olmaz biraz daha geliştirmen lazım, ama yine de bu öyküden bir sinema filmi yapılacaksa onu sen yaparsın (benim fotoğraftan gelen birikim ve becerimi bildiği için). Kısaca böyle bir diyaloğumuz olmuştu, uzun uzun fikir alışverişlerimizi anlatmıyorum şu an için. Sonrasında senaryo üzerine çalışmaya devam ettim, öyküde olmayan karakterler ve olaylar ilave ettim. Ama işin özünde öykünün ruhuna uygun olarak senaryoyu geliştirdim. Sonuç olarak ben senaryonun 26. versiyonunu sinemaya çektim. Tahmin edeceğiniz gibi sette, o anda, kağıda dökülmeksizin doğaçlama olarak, ortam gereği değiştirdiğiniz, geliştirdiğiniz, geliştirmek zorunda olduğunuz şeyleri de düşünürseniz 27. hali filme çekilmiş oldu.
Şebnem Aykol: Siz uzun uzun anlatarak bizi filmin içine çektiniz ama ben size filmden başka bir şey sormak istiyorum. Sinema filmi yapma kararı aşamasındayken demiştiniz, böyle bir karar aşamasına nasıl geldiniz, neden fotoğraftan filme yöneldiniz? Kısaca fotoğrafçı kimliğinizden de bahsedebilir misiniz?
Aslında fotoğrafa başlamam tesadüftür. 1989 yılında benim bir arkadaşım İFSAK’ta fotoğraf kursuna gidecekti. Ben tek başıma gitmeyeyim, beraber gidelim deyince, iki arkadaş kursa gittik. Asıl benim amacım, arkadaşıma eşlik etmekti. Bu tesadüfi başlangıçla ben fotoğraf dünyasına girmiş oldum. Ama çocukluktan beri sinemaya olan merakım hep başka bir yerdeydi. Ve hep iyi resim çizerdim. Arkadaşlarımın ödevlerini büyük bir keyifle ben yapardım. Ama fotoğraftaki becerimi hiç bilmiyordum. Sinemaya başlamam ise tesadüf değil. Benim amcam sinema işletmecisiydi. Çocukluğumda yaz tatillerim sinema salonunda geçerdi. Gerçi her çocuk sinemayı sever. Ama benimki biraz daha ortamın içinde olmakla ilgiliydi. Sinema sevgisini, tutkusunu aşılayan kişi ise bize izlediği filmleri anlatan, anlatarak sevdiren abimdir. Onun için “Kar Beyaz” filmini anlattığı filmlerle sinemayı bana sevdiren abime ithaf ettim. Abimin hikayesi kısaca şöyle; Borçka’da çocukluğumun geçtiği yıllarda, abim de Kars’ta yatılı olarak liseyi okuyordu. Orada sinema izleme şansı daha fazlaydı, Borçka’da haftada bir film oynarken orada her gün bir film oynardı. O da meraklı olduğu için sinemayı izleyen bir insandı. İzlemiş olduğu ve bizim Borçka’da izleyemediğimiz filmleri bize anlatırdı. Onun anlatımları -kendisini tanısanız öyle olacağını bilirsiniz- çok detaylı olurdu, bir saatlik filmi bir buçuk saat anlatırdı mesela. Hem oyuncuları tanıtır hem karakterleri canlandırır hem kendi hayalindeki bir takım şeyleri ekleyerek (şimdi düşününce anlıyoruz o zaman öyle gelmezdi) anlatırdı. Düşünün… Bir filmi bir anlatıcının ağzından dinliyor ve izliyorsunuz. Bunun özellikle o çocukluk döneminde üzerimizdeki etkisi büyüktü. Dolayısıyla çocukluğumdan beri bende var olan aslen sinemaydı.
Fotoğrafa başlamam tesadüf oldu ama sonrasında fotoğraf benim hayatımın vazgeçilmez bir parçası oldu. O başlayış sonrasında fotoğraf dünyasında yaklaşık 20 yıldır projeler yapan, anlamlı işler üreten bir çizgim oldu. Sinema ise gönlümde yatan aslandı. Sonrasında tarif edemeyeceğim, artık benim bu filmi yapmam lazım dediğim zaman ve şartlar -aslında geç bile kaldığımı düşünüyorum- kendiliğinden oluştu. Sadece sinemayı seviyor olmak, iyi sinema izleyicisi olmak, iyi sinema okuyucusu olmak bunlar film çekmek için yeterli değildi tabi. Okuduğum kitapların çok faydası oldu. Okumanın dışında farklı filmleri edinip izlemeye başlıyorsunuz. Daha önce etkilenmiş olduğunuz filmlerin dvd’lerini tekrar tekrar izliyorsunuz. Bir anda insan her şeyi edinmek ve öğrenmek gibi bir çabanın içerisine giriyor. Ancak bir noktadan sonra bir yere ulaşabilmeniz için de karar vermeniz lazım. İşte senaryo bu anlamda insanın işini biraz kolaylaştırıyor. Benim de senaryo yazarı olmak gibi bir niyetim olmamasına rağmen senaryoyu yazmış ve öyküyü çok benimsemiş olmam sette ve sonrasında çok işime yaradı.
Yıllarca İFSAK’ta eğitmenlik yaptım, ışık ve kompozisyon derslerini anlatıyordum. Bir de beni tanıyanlar bilir, bildiğim şeyi özellikle genç arkadaşlarla paylaşmaktan çok keyif olan bir insanım. Aslında insanın bildiklerini başkaları ile paylaşıyor olması kendini zenginleştiren bir şey, dolayısıyla ben bu 20 yıllık süreç içerisinde derneğe ve insanlara katkı sağlarken bir yandan da kendimi geliştirdiğimi düşünüyorum. Selim Güneş’in tarzı diyebileceğim, fotoğrafı izleyen ve bilen insanların bu Selim’in fotoğrafıdır diyebileceği bir tarzımın olduğunun da farkındayım. Bir taraftan da sinemaya gönül vermiş ve o gözle bakan biri olarak, benim sinemadaki yaptığım şeylere mutlak surette katkısı oldu bu fotoğraftaki bilgimin, birikimimim ve becerimin. Bazı fotoğraflarım için bu bir filmin son sahnesi olabilir, bazısı için bununla bir hikaye anlatmaya başlayabilirim diye hissetmişimdir. Bu birikim sizi sinemaya da hazırlıyor. “İstanbul Lodoslar Kenti” isimli albümümde yer alan tüm fotoğraflarım yatay kadrajdır. Yani 2000 ile 2006 yılları arasında sadece yatay kadraj fotoğraf çektim. Sadece 24 mm objektif kullandım…
Hasan Sönmez: Kendiliğinden olan bir şey miydi bu?
İstanbul Lodoslar Kenti’nde yatay kadraj çalışmam sinemayı düşünerek yaptığım bir şey değildi. Ben insanların bu tip çalışmalarda kendi alanlarını daraltmaları gerektiğine inanıyorum. Benim İstanbul Lodoslar Kenti’nde yapmış olduğum buydu. İnsan iki türlü alanını daraltabilir; bir teknik olarak iki içerik olarak. Teknik olarak; sadece 24 mm objektif ve Kodak’ın 100 ASA filmini kullandım. Sadece yatay kadraj fotoğraf çektim. Konu olarak ise sadece İstanbul’da, sadece bildiğim ve sevdiğim yerlerin fotoğrafını çektim. Benim bu çalışmamda İstanbul’un yeni semtleri de yok Maslak’taki gökdelenler de. Benim çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği, uzun yıllar yaşadığım ve evimin de çevresinde olan -bu dönemde İdealtepe’de oturdum- İdealtepe’den fotoğraflarım var, Kadıköy yolumun üstüydü; oradan, şehir hatları vapurlarını çok kullanırım; onlardan, Beyoğlu’nu severim; orası, Yedikule’ye kadar olan sahil şeridi benim çocukluğumun geçtiği yerlerdir; o bölge gibi… Hem bildiğim yerlerde, bilirken de sevdiğim yerlerde fotoğraf çektim ve alanımı da daralttım; bu belki bilinçli belki de bilinçsiz olarak sinemaya da ön hazırlık oldu. O çalışmanın sonucunda İstanbul Lodoslar Kenti albümü çıkınca tamam dedim fotoğrafta istediğim çok önemli bir adımı gerçekleştirdim. Biliyorsunuz fotoğraftaki en önemli duraklardan biri albüm çıkartmaktır. 2006-2008 hem bu albümün hazırlıklarının olduğu hem de sinemanın başladığı bir dönemdi ve sonrasında rotamı, yoğunluğumu ve bakışımı sinemaya çevirdim. Dolayısıyla fotoğrafta olması gereken bir şeyi tamamladığım için sinemaya başlamam mümkün oldu. Karar veremediğim bir şeyi tetikleyen bu albümün tamamlanması oldu belki de.
Hasan Sönmez: Arkadaşınız ile İFSAK’ta kursa başlamanız tesadüf gibi görünüyor ama sanki beklenen bir sürecin parçası gibi de ortaya çıkmış değil mi?
Aslında bu kurs öncesinde, çocukluğunuzda abinizin anlattığı filmlerle, görsel hafızayı oluşturarak, bir alt yapıyı geliştirmişsiniz zaten. Fotoğraf hiç aklımda olmayan bir şey olduğu için tesadüf olduğunu düşünüyorum. Söylediğiniz aklıma başka bir şey daha getirdi. Bu aslında kendi dünyam ile ilgili bir cevap da olabilir. Lisedeyken psikoloji dersindeydi herhalde, hocamız; insanlar çocukken ve gençken daha fazla hayal kurar ve yaş ilerledikten sonra hayal kurmayı bırakır demişti. Bu hala aklımda olan birşeydir. Benim o zaman aklım bunu almamıştı, bir insan nasıl hayal etmeden yaşayabilir? Çünkü ben sürekli hayal kurardım, yatmadan önce, resim çizerken, oyunlar esnasında… Şimdi yaşım 50, halen ben hayal etmeden yaşamıyorum, kimi insan için bu hayal etme süreci çabuk bitmiş olabilir, kimi için hiç olmamış olabilir, bilemiyorum. Ama ben hayal etmeden bir hayatın olabileceğini hala düşünemiyorum.
Hasan Sönmez: Son derece sadeleştirilmiş hareketli görüntüleri tasarlarken fotoğrafçı kimliğinizin bunun üzerindeki etkilerini derin bir biçimde hissettiren bir durum oluşturuyorsunuz. Bu dikkat çekmelere Mircan’ın müziği de eklenince ortaya son derece yoğun duygu durumları çıkmış. Bu durum her ne kadar benim hoşuma gitse de zaman zaman filmin hikayesinden koptuğumu da hissettim, izleyici zaman zaman uzaklaşmıyor mu öyküden?
Şimdi öncelikle bu filmin çekim aşamasında, görüntüye karar verirken nasıl hareket ettiğimden söz etmem lazım. Ders çalıştım dediğim süreç içinde, dikkat etmem gereken noktalardan birinin de görüntülere karar vermek olduğunu öğrendim. Bu bıçak sırtı bir durum. Şöyle ki; eğer görüntüleri lehinizde kullanırsanız, bunlar çok anlamlı ve avantajlı hale gelir, ama çok fotoğraf noktasında kalırsanız da dezavantaja döner. Evet sonuçta, ikisi de görsel sanat, ama biri hareketsiz, diğeri hareketli görüntüler üzerine kurulu. İkisini biribirinden ayrıştıran en kritik durum bu. Ben de bunu düşünerek, sette daha önceden de kendimi buna hazırlayarak, şöyle bir mantık ile çalıştım; çekeceğim sahne neyi anlatıyor, çekmekte olduğum plan ile sahnenin hangi bölümünü nasıl dolduracağım, bu planda farklı bir anlam çıkarmak istiyor muyum, oyuncular nerede ve nasıl duracak? Neyi nasıl yapacaklar? Oyuncular burada duracaksa, bu sahnede benim anlatmak istediğim buysa kamera nerede durmalı? Kameranın yerine karar verince perspektife de karar vermiş oluyorsunuz. Bu perspektife uygun objektif hangisi? Objektifi de seçtikten sonra, kadraja karar vermeniz gerekiyor. İşte bu noktada benim fotoğraftan gelen birikimimin işe yaradığını düşünüyorum. Süreci hep böyle işlettim. Ama sonrasında kendi filmimi izlediğimde baktım ki, iyi etkileyici görüntüler var. Müzikten gelen bir insan olmuş olsam, müziği filmde başka türlü kullanmış olabilirdim. Edebiyat kökenli bir insan olsam, senaryo farklı olabilirdi. Ama bu yaşıma kadar birikimim fotoğraf üzerine. Dolayısıyla fotoğraftaki birikimimin filmi çekerken katkısı çok oldu.
Sonrasına gelince gerçekten burada anlatıcı mıydınız, yoksa atmosfer yaratan kişi miydiniz diye sorarsanız, ikisini bir arada yapmaya çalıştım. Dışarıdan bir gözle bakmaya çalıştığımda, kimi zaman yaratmış olduğum atmosfer etkili, kimi zaman da hikaye. Ama biraz kopuk kopuk olması, benim fotoğraftaki birikimimden çok filmi kurgulamam ile ilgili oldu. Kurguda izleyiciyi zorladığım bir tarzım oldu. Örneğin, çocuğun rüya sahnesi var; sahneyi tersten gösteriyorum. İzleyici önce rüyayı görüyor, sonra çocuğun rüya gördüğünü anlaması lazım. Bazı şeyler puzzle gibi kopuk kopuk, parça parça. Ben izleyicinin bu farklı -yer yer deneysel- kurguyla vermiş olduğum bilgileri yavaş yavaş algılayıp, bir araya getirip, filmin sonunda veya film bittikten sonra her şeyi kafasında bitirmesini istedim.
Hasan Sönmez: İzleyiciye birtakım ipuçları veriyorsunuz, filmin sonunda artık bunları kullanıp olayın örgüsünü kafasında kurmasını bekliyorsunuz, o yönde yönlendiriyorsunuz. Bununla ilgili hiç endişeye kapıldınız mı?
35. dakikaya kadar izleyiciye farklı bilgiler veriliyor ve bunlar sonrasında, Kadir Dede’nin anlatımıyla toparlanıyor. Oraya kadar izleyicinin topladığı bilgiye Kadir Dede’nin açıklamaları bir nokta koymuş oluyor. Böyle bir açıklamayı -şoförün ağzından Recep’in durumu- bir yerde daha tekrarlatıyorum, “Bu Recep aslında iyi birisidir, ama sevdalandığı için böyle oldu.” diye. Yani bazı yerlerde açıklama yaptığımız durumlar var. Bunlar aslında çok doğru değil. İzleyiciye ara ara hikayeyi tamamlayacağı bilgiler de veriyorum. Ayrıca filmdeki karakterlerin kesişme zamanı da geç. Bu kesişme, filmin en başında, bir şekilde düğün sahnesinde de yapılabilirdi. Yani izleyicinin çok dikkatle izlemesi gerek. Böyle bilgilere rağmen izleyiciye çok şey de bırakıyorum. Sonuç, endişeleneceğim bir şey yok. Çünkü bazı detayları izleyici kaçırsa bile filmin duygusunu yakalayacağını düşünüyorum.
Hasan Sönmez: Bu bağlamda aslında şu soruyu soracaktım. Öyküde ki Hasan biraz daha dışlanmış bir ailenin çocuğu, köylüler bu aileyi dışlamışlar, aile tek başına kalmış. Filmdeki Hasan ile biraz farklı bir durumda. Filmdeki Hasan’ı kucaklayan karakterler var, Kadir Dede, annesi, Kahveci Recep; kucaklayan, kollayan bir rol üstleniyorlar. Hatta bunu pekiştirecek yönde sizin John Lennon’dan yapmış olduğunuz alıntı yer alıyor; nerede yaşam varsa, orada umut vardır sözleri. Tabi bunlar sinemanın veya senaryonun duygusunu ve verilmek istenen mesajı iletmek anlamında çok güzel ve bütünleyici ögeler, ancak filmin sonu tuhaf bir şekilde belirsiz bir sonla sonlanıyor. İnsan ister istemez “Ne oldu umut?” diye soruyor.
Şimdi Ayran ve Kar Beyaz’ı ayrı yerlere koymak lazım. Ayran’daki çocuğun yalnızlığının nedeni bambaşkadır, baba yoktur. Onun nedeni öyküde başka bir şekilde açıklanıyor. Ama yine işin özünde, Hasan’ın vermiş olduğu mücadele var. Kardeşlerine bakma sorumluluğu ile hareket eden 11-12 yaşında bir çocuğun vermiş olduğu mücadele söz konusu. Öyküde de filmimizde de öyle. Hasan karakterini düşündüğümüzde, hikayenin de filmin de gelmiş oldukları sonuç aynıdır. Yani onu sahiplenen, onu korumaya çalışan insanlar olsa bile, finalde sonuç değişmez. “Umut var”ın cevabı için ise şöyle diyebilirim. İzleyicilerin çoğu için film karamsar biter, kimi izleyiciler için ise çok küçük de olsa aralık bir kapımız var.
Hasan Sönmez: Peki hareketli görüntüler oluşturmaya başladığınız andan itibaren, kamera arkasında daha çok nasıl bir kimliğe büründünüz? Bu filmin sinematografisinde sizi çelişkili yaklaşımlara iten süreçler oldu mu?
Bu sorunun cevabının bir kısmını biraz önce açıkladım diye düşünüyorum. Ancak şu da oldu, bilmiyorum sorunuzun cevabı olur mu? Sette, kimi zaman işinize yarayacağını düşündüğünüz birtakım görüntüleri bir belgeselci gibi biriktirmeniz lazım, çünkü kurgu bambaşka bir şey. Setten geldiğinizde elinizde ne kadar çok kullanılabilir malzeme varsa o kadar iyidir, sinemanın böyle bir gerçeği var. Ben de orada, benim anlatmış olduğum hareketli görüntüler, anlam olarak üzerinde uğraştığım çalışmaların dışında, aynı zamanda bir belgeselci gibi görüntü de topladım.
Hatta, bununla ilgili olarak yönetmen yardımcısı ile de çok tatlı çatışmalarımız oldu ara ara. Onun önünde senaryoya uygun olarak hazırlanmış, uymamız gereken bir program var. Bu programa uygun olarak, o gün çekilmesi gereken sahneler, planlar ve mekanlar belirlenmiş durumda. Çekim ortamına gittiğimiz zaman, pek çok defa senaryoda ve programda olmadığı halde görüntü yönetmenine; biz şurasını da çekelim deyince yönetmen yardımcısı hep itiraz ediyordu. Çünkü buna ayıracak zaman yok. Filmde bir kış gününün hikayesini anlatıyor olmamız itibarı ile hep zamana karşı bir yarışımız vardı. Sabah 4.00’te kalkıp, kahvaltımızı 5.00’te yapıp sette olmaya çalışıyorduk. Doğal olarak, yönetmen yardımcısı zamanında filmi bitirmek amacıyla, bu tip isteklere karşı çıkıyorduysa da yine de benim dediğim oluyordu. Yani fotoğrafçı yanım ve belgeselci tavrı öne çıkıyordu. Bu tip çekimlerin bir kısmı kurgu aşamasında işime de yaradı.
Hasan Sönmez: Filminiz birtakım ödüller aldı. Bir ödül de Antalya Film Festivali’nde film müziği ödülüydü. Gerçekten de film müziği, senaryo ve hikayenin duygusu ile birebir örtüşmüş. Çok etkileyici bir özelliğe sahip. Yapmış olduğunuz seçimin ödül almasında önemli bir etkisi var diye düşünüyorum. Nasıl karar verdiniz? Hangi süreçlerle bu seçimi yaptınız?
Ödül, seçimimin doğru olduğunu gösteriyor aslında. Sorunuza dönecek olursak, bizim Mircan ile tanışıklığımız çok eskiye, 30 sene öncesine dayanıyor aslında. Biz çocukken tanışmıştık. Ama sonra, yıllarla ilişkimiz kopmuştu. Senaryonun son aşamasındayken, Mircan’ın “Mircan’ın Ninnisi” isimli parçasını dinledim. O parçanın, Kar Beyaz filmiyle çok örtüştüğünü hissettim, ayrıca o parça bir annenin çocuğuna yakmış olduğu ağıttır. Filmin de finalinde bu parçayı dinlerken, sol tarafta da bu Lazca parçanın sözleri akar; “Korkma çocuğum, biliyorum korkuyorsun. Ama ben sana aydınlık bir rüya söz veriyorum”.
Hem müziği hem de sözleri bir arada düşündüğümde, Kar Beyaz’da olması gereken bir parça hissi hemen hem yüreğimde hem de kafamda oturdu. Ve ben 30 küsur yıl sonra Mircan’a ulaştım. Kendisine bir sinema filmi çektiğimi, hangi aşamada olduğumu anlattım. Bu parçayı film müziği olarak kullanmak istediğimi söyledim, hemen olumlu cevap verdi. Kendisine ulaştığımda yurtdışındaydı, geldiğinde hemen oturup senaryoyu okudu, konuştuk. Biz ikimiz de Karadeniz’de aynı köydeniz. Artvin-Şavşat güzergahındaki mekan araştırması sırasında bize eşlik etti, birlikte gittik. Mircan daha senaryo aşamasındayken, mekan araştırmalarında bu projenin bir parçası haline geldi.
Hasan Sönmez: Bir sonraki sorum da başarınız ile ilgili aslında. Kar Beyaz’ı tamamladığınızda sinemaya bakışınızda nasıl bir gelişme oldu? Yeni filminiz size neler öğretti? Bir sonraki filminizde bu çizginiz devam edecek mi?
Öncelikle ilk film olarak şu an hissetmiş olduğum şey, zira o duyguyu yoğun olarak halen yaşıyorum; hemen ikinci filmi yapmam lazım duygusu. Çünkü; evet dersimize çalıştık, şansımız vardı birçok şeyi yapabildik ama burada söylemediğim keşkelerim yok mu ilk filmimle ilgili, elbette var. Keşke şöyle yapsaydım, keşke bunlar olsaydı gibi. Doğal olarak keşkelerimi bilerek, ikinci filmde daha iyi film yapabileceğimi düşünüyor, öyle hissediyorum. Onun için şu aralar bir an önce ikinci filmim olsun sevdası içindeyim. İlk film doğal olarak, ne kadar hazırlık yapmış olsam da ne kadar birlikte çalışmış olduğum ekipteki kişilerin katkısı da olsa, adı üstünde ilk film. Bazı şeyler sette ilk kez tecrübe ediliyor, senaryo ilk, oyuncularla ilk kez çalışılıyor. Benim ilk filmi yapmam, birçok ilk filmini yapan yönetmenden farklı. Yönetmenlerin geçmişlerine baktığınızda, neredeyse hemen hepsi yönetmen yardımcılığı yapmış, sette bulunmuş, ekibin bir parçası olmuş, yıllardır sinema dünyasının içinde olan insanlar. Ben fotoğraf dünyasının içindeydim, hiçbir set tecrübem yoktu, sinema dünyasından da Nesli Çölgeçen dışında şahsen tanıdığım hiç kimse yok. Tamam Nesli Bey ile sinema ve fotoğraf üzerine bir araya geldiğimizde çok keyifli fikir alışverişlerimiz oluyor ancak bu sadece bir tanışıklık. Bazı arkadaşlarımın hiçbir tecrüben olmadan buna nasıl cesaret ettin diye soruları oldu. Cevap olarak da ben hep şeyi söylüyorum, ben hep ne istediğimi biliyordum, çünkü en önemli şey bunu bilmek, ne istiyorsunuz… Sete giderken ne istediğimi biliyor olmamdan dolayı, birçok şeyi problemsiz olarak aştım diyebilirim. Hatta, set bittikten sonra, setteki arkadaşların çoğu, biz hiç böyle bir set ortamı yaşamadık dedi. Ne setin tatil olduğu ne yönetmenin bir kişiye bile sesinin yükseldiği, ne de insanların birbirleriyle problem yaşadığı görüldü. Ki bizim set ortamımız Artvin’de. Uzak bir coğrafya, soğuk, kış, kar bizi çok üşüttü, çok yorulduk ama buna rağmen insanların bize söylemiş olduğu bu.
Bunun temelinde şu vardı; ne istediğimi biliyor olmam. İlk olmanın birçok problemini aşıyor olmasının nedenini buna bağlıyorum. Ben ne istediğimi bilerek oraya gittim. Çünkü senaryo yazarak bazı şeyleri hayal ediyorsunuz ama set ortamına gittiğinizde, her şey istediğiniz gibi olmuyor. Sizin hayal ettiğinizden farklı durumlar olabiliyor. Hem hazırlıklı olmanız hem de iç güdülerinize güvenmeniz gerekiyor. İlk olması çok hazırlıklı olmama yaradı. İlk olmuş olmasının dezavantajları olduğu gibi, çok ve doğru çalışmış olmamın avantajları da oldu. İkinci filmi çeksem o keşkelerim olmaz diye düşünüyorum. Mutlak ikinci filmde kendi içinde bir takım yeni tecrübeler edineceğiz, ona göre de belki üçüncü filmde bunlar olmayacaktır diyebiliriz…
Şu an gelmiş olduğum noktada ikinci filmi çekmem lazım diyorum ve yolumu nasıl çizeceğim ise biraz senaryo ile ilgili. Sinema hareketli görüntülerden oluşan bir sanat dalıdır ve ilk tarifleyeceğiniz şey bu. Benim ikinci filmimin de yine, görsel bir atmosferi olan insan sıcağı film olması lazım. Hikaye anlatıcılığımı da geliştirmem lazım, belki ilk filmdeki eksiklerimden biri de o. Anlatıcılığımın daha iyi olması lazım ve sinema duygusunu da yine yakalamalıyım. Zaten sinema salonundan çıkanların çoğu, o duygudan etkilenmiş olarak çıkıyor ama Selim Güneş neyi anlattı sorusunun cevabında on farklı kişiden on farklı cevap da çıkıyor. Gerçi bunu bir avantaj diye de söyleyebilirsiniz çünkü bununla ilgili olarak bir sinema yazarı da şunu söylemişti; “Çoğu yönetmen sizin yaptığınızı yapmaya çalışır, çünkü herkesin izlediğinden farklı bir şey algılayıp çıkarması istenen bir şeydir ama herkes yapamaz. Eğer farklı anlamlar çıkarılabiliniyorsa film hemen izlendiği anda bitmez”. Yani izleyiciyi de bu sürecin parçası haline getirmeniz lazım, bunun için de herkesin sinema üzerine duygularının düşüncelerinin sinema salonundan çıktığı anda bitmemesi lazım. Ben bir anlamda onu başardığımı düşünüyorum. Bunu başarırken eksiklerim var mı? Evet var. İşte onları tamamlayabileceğim ve ilk filmde yaratmış olduğum o duygu ve atmosferi devam ettirebileceğim daha iyi bir şey üretirsem iyi olur diye düşünüyorum.
Şebnem Aykol: Bir röportajınızda; “Fotoğraflarıma bakınca nasıl Selim Güneş fotoğrafıdır deniyorsa, bundan sonraki filmlerimde bu bir Selim Güneş filmidir denebilsin istiyorum” demişsiniz. Sizin fimlerinizde sizi tanımlayan, imzanız olmasını arzuladığınız şey, demin anlattığınız duygu mudur?
Evet, bu üslup meselesidir ancak bunun oturması için daha fazla film yapmanız gerekir. Ancak üslubunuz oturursa ve bu bir Selim Güneş filmidir denir. Ama şuna da inanıyorum ki bu hem fotoğraf hem de sinema için aynı şeydir; insan neyi doğru bilip neyi hissederse, onu doğru anlatabilir. Ben ilk filmde, bir çocuğun duygularını, o duyguları gönülden hissettiğim bir şeyi aktarmaya çalıştığım için bir dili yakalayabildiğimi düşünüyorum. Sonra bu filmi bildiğim bir coğrafyaya, kendi çocukluk dönemime taşımış olmak gibi bildiğim şeylerle bir kıvama getirdiğim için iyi bir şey oldu. Fakat bunların üstüne, benim kendimde gördüğüm özelliğim olan iki şeyi söyleyebilirim; çok duygusalım ve çok hayal ederim. Bu iki şeyi diğer filmlerime de aktarabilirsem, işte o zaman Selim Güneş’in o duygu yüklü, fakat yaratmış olduğu atmosferle de insanları, o dünyanın içine alabileceği filmler beni tarif edebilir.
Şebnem Aykol: Bir şey daha sormak istiyorum ama biraz geriye dönmüş olacağız. Film üzerine yapılmış yorumlardan birinde, tren yerine 1980’lerden kalma minibüs kullanmak, babanın yokluğunu darbe sonrası askerlerce tutuklanmasına bağlamak, bunlar aslında sizin de az önce söylediğiniz 1938’de yazılmış olan öyküdeki detayları tam bilememek, 1980 sonrasındaki ise çok iyi bilmek, o ortamı, o duyguyu bildiğiniz için mi bu zaman kaymasını kullandınız, yoksa bu tümüyle farklı bir kurgudur, uyarlama değildir diye mi düşündünüz?
Dönem kaydırma fikrini asıl tetikleyen şey buharlı trenlerle ilgiliydi. Sinematografik olarak düşününce tren yolu etkileyici bir atmosfer yaratmak adına, daha tercih edeceğim bir şeydi. Fakat buharlı trenin olamayacağını öğrenince, tren yolunu yol kenarına taşıdım. Yol kenarına taşıyınca hikaye değişmeye başladı. O dönemin yol kenarını dönem olarak geliştirmek gerekliliği ortaya çıkınca bu sefer, ben kendi birikimimden kullanmaya başladım. Ben ayran satmadım çocukken ama gazoz sattım. Yine bir detay, Anadolu’nun pek çok yerinde insanlar kendi yetiştirdiklerini satar, meyve ağırlıklıdır bu. Hatta filmin bir sekansında da “kahvaltı” dediğim sekansta, Kadir Dede armutunu yer, çocuk ayranını içer, Recep iki bisküvi arasına lokumunu koyar. Yani herkes kendi ürettiğini yer, çünkü şartlar onu gerektirir. Sonuç olarak o tren yolu beni tetikledi ve değişen şeyler nedeniyle filmi doğru zamana taşıdığımı düşünüyorum.
Hasan Sönmez: Sabahattin Ali’nin trajik yaşamı ve ölümünden senelerce sonra onun yaşamı ve toplumsal gerçekçi duruşu üzerinden geldiğiniz bu noktada Sofya’da almış olduğunuz ödül bence gerçekten çok anlamlı. Sabahattin Ali’nin siyasi ve toplumsal gerçekçi duruşu bağlamında bununla ilgili olarak siz neler düşünüyorsunuz?
Çok güzel bir soru sordunuz. Ve bunun cevabını en güzel Ege Görgün vermişti; biz Sofya’ya gittiğimizde, Sofya’daki yarışmanın Fipresci jürisinde, Türkiye’den de Ege Görgün sinema yazarı olarak vardı. Kendisiyle orada hem tanışmış olduk hem de röportaj yaptık. Kendisi sizin sormuş olduğunuz sorunun yanıtını kendi yazısında şöyle verdi; “Ne garip bir ironidir ki, Sabahattin Ali’nin Bulgaristan’a kaçması önlenmiştir ama yıllar sonra Sabahattin Ali eserinden uyarlanan bir film Bulgaristan’da ödül almıştır. Yani bu ödül “Siz düşüncelere, o dünya görüşüne sınır koyamazsınız”ın cevabı olarak çıkmış bir sonuçtur. Doğal olarak Sabahattin Ali’nin kitaplarını okuyan insanların tümü gibi, ben de onun insan yönünü, doğal olarak da duruşunu benimseyen bir insanım. Sorunuzun cevabı Ege Görgün tarafından dile getirildi. Sınırların olmayacağının dolaylı bir göstergesi olarak bu sonuç çıktı Sofya’dan. Bu sonucu böyle yorumlayınca da iyi ki de Sofya’dan o ödülü almışım diyorum.
Hasan Sönmez: Benim aslında bu noktada sormak istediğim soru da yine tam da bu duruşunuz ile alakalı. Çünkü sonuçta bu filmi yaparken, siz de tıpkı Sabahattin Ali’nin öykülerinde olduğu gibi, siyasi göndermelerde bulunarak bir duruş sergiliyorsunuz. Merak ettiğim bundan sonraki projelerinizde bu duruş devam edecek mi? Yoksa ilerde ticari kaygılar mı oluşacak, senaryolar ticari mi yapılmaya başlanacak?
İkinci filmimde de ben neyi iyi biliyorsam onu anlatmaya devam edeceğim, nerede duruyorsam, neden duygusal olarak etkileniyorsam onları anlatmaya edeceğim. O da Kar Beyaz’ın çizgisidir. Orada ilk filmdeki duygu ve düşüncelerin içerisinde olmayan başka bir şeyler yeni filmlerin içine girebilir ama işin özü orada çizdiğim çizgi, benim dünyam, benim dünya görüşüm ve duygularımı çok doğru ifade ediyor. Ama anlatıcının hikayesi değiştikçe bazı şeyler değişiklik gösterecek ama bu yönümün tamamen sapacağı anlamına gelmeyecektir.
Şebnem Aykol: İkinci film ne üzerine diye sormak istiyorum ama verdiğiniz ipuçlarından sanki İstanbul’la ilgili olacakmış gibi geliyor.
Evet ikinci film İstanbul üzerine olacak. Niye İstanbul üzerine; cevabı çok basit. Çünkü, çok tanıdığım bildiğim bir yeri; fon olarak değil, karakter olarak İstanbul’u iyi işleyeceğimi bildiğim için. İstanbul sinema, fotoğraf, müzik ve birçok sanat dalı için, hayatın birçok alanı için bitmeyecek bir derya. Öyle olunca da ben ikinci filmde, iyi bildiğimi düşündüğüm İstanbul’da geçen bir hikaye anlatayım diye istiyorum.
Hasan Sönmez: Biraz da şöyle hissettim; yüzmeyi ilk defa öğreniyorsunuz ve kendinizi suya bırakırken sığ yerlerden başlıyorsunuz. Sinema konusunda da bildiğiniz yerlerden, bildiğiniz mekanlardan, tam olarak ruhunu hissettiğiniz, yaşadığınız yerlerden, kendinizi güvende hissettiğiniz alanlardan yavaş yavaş giriş yapıyorsunuz gibi de düşünebilir miyiz?
Aslında bir taraftan dediğiniz doğru, bir taraftan da sinema sektörünün bu kadar dışından bir kişi olarak okyanusun göbeğine atlıyorsunuz. Ne derseniz deyin okyanusun ortasında ilk filme başladım, sanki okyanusun ortasında bildiğim kıyılar denk geldi bana. Hani adaya bırakılırken yanınıza aldığınız üç şey gibi, bildiğim şeyler denk geldi bana. Çocukluğumu, duygularımı ve düşüncelerimi aldım. Bu üç şeyle okyanusun ortasında bir film çektim. Ama giriş olarak bakarsanız bir okyanusun içindeydik, ne kadar ben öncesinde üç sene boyunca yüzme dersi aldım, çalıştımsa da.
Bu fotoğrafta da böyledir. Çok takdir ettiğim fotoğrafçı Eugene Smith de böyle çalışır. Fotoğrafçının çektiği tüm fotoğraflara bakın. Avrupa’da, Japonya’da, Amerika’da dünyanın her yerinde çekti. Her çekmiş olduğu coğrafyadaki duyguyu düşünceyi, her deklanşöre basışında yürekten hissederek çekmiş bir insandır o. Ama dünyada onun gibi on tane fotoğrafçı sayamazsınız. Tam bir dünya insanıdır. İnsanın en derinliğini, duygusunu paylaşabilmiş bir insandır. Onun gibi bir insan her önüne gelen projeyi anlatabilir, sinema filmini çekebilir. Ama ben bildiğim yerlerde, daha iyi şeyler üretebileceğimi biliyorum.
Eugene Smith fotoğraftaki bir örnektir. Tüm sanat dallarında bu anlamda, böyle insanlar var çok duyarlı, çok dünya insanı, çok ne istediğini bilen, çok insan. Keşke onlardan biri olabilsek. Ama ben en azından kendi becerilerimi bilip, o sınırlar içerisinde bir şeyler söylemeye çalışmam daha doğru diye düşünüyorum.
Şebnem Aykol: Daha önce sözünü ettiğiniz, film öncesindeki üç yıl süresince yaptığınız okumalar ve teorik eğitimler bu yeni projeler için de tekrarlanacak mı? Hazırlık sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz, yoksa sadece sahada mısınız?
Tabi ki o üç seneki çalışmalarıma, notlarıma ara ara bakıyorum. Artık o kadar yoğun bir çalışma dönemine ihtiyacım yok. Ama bunu çalışmam bitti anlamında söylemiyorum. Şimdi ben İstanbul üzerine sinema filmi çekeceğim diyorum, İstanbul’u da bildiğimi söylüyorum ama şimdi içeride masama baktığınızda görebilirsiniz, İstanbul üzerine kitaplar, İstanbul üzerine fotoğraflar, İstanbul üzerine çekilmiş filmlere çalışacağım. Tamam teknik anlamda bir şeyleri çalışmaya ihtiyacım yok ama bildiğim İstanbul üzerine çalışmaya ise ihtiyacım çok. Senaryo ile birlikte benim bu çalışma sürecim de bir taraftan devam ediyor.
Hasan Sönmez: Beklediğiniz ya da beklemediğiniz, beklentileriniz dışında size ulaşan eleştiriler nelerdir? Çok olumlu ya da çok olumsuz eleştiriler oldu mu sizi şaşırtan?
İşin doğrusu çok olumsuz bir eleştiri bize gelmedi. Bir sinema yazarı, bizim filmimiz için şöyle demiş; “Kar Beyaz’ın yönetmeni hikayeyi anlatmaya değil, anlatmamaya çalışmış. Fakat çekmiş olduğu görüntüleri, denemiş olduğu biçimi takdir ederim ama beğenmem”. Hikayeden kendisini uzaklaştırdığımı düşünüyor işin özünde. Kurguyla yaratmış olduğumuz deneysel bir dilimiz var, o dilden haz etmediğini söylüyor. Sinema yazarının, takdir ederim bu bir denemedir, bir çalışmadır ancak sevmem diyerek noktayı koyduğu bir eleştiri. Filmle ilgili en olumsuz yorum buydu.
Yine kendi eş dost çevremizden de beğenmeyen insanlar olmuyor mu, elbette oluyor: Ama onlar da genellikle görüntüler muhteşemdi, şu oyuncuyu çok beğendim, müzik çok etkileyiciydi ama deyip şurası şöyleydi, şurası böyleydi, şurasını anlamadım gibi görüşlerini söylüyorlar.
Antalya Film Festivali’ndeki gösterimden sonra söyleşi için çıktığımız yerde bir kadının filmi tariflemesi benim çok hoşuma gitmişti. El kol işaretleriyle heyecanını ve duygularını anlatmaya çalışıyordu. O zaman ben de hissettim ki filmimiz bu kadına yüzde yüz sinmiş, yüreğine dokunmuşuz. Ama genellikle bu tip tepkiler çoğunlukla kadınlardan geliyor. Mesela Bulgaristan’da Iglika Triffonova isimli kadın sinema yönetmeni filmden çıktıktan sonra bizi hararetle ve yürekten tebrik etti. Sonra biz ödül alınca, bizden çok sevindi. Yurtdışında da böyle çok olumlu izleyici tepkileri aldık.
Jürideki Alman sinema yönetmeni bize; sizin filminizi hiç tereddüt etmeden seçtik çünkü filmdeki şiirsel anlatımınız, sinematografiniz ve doğal oyunculuğunuz bizi çok etkiledi dedi. Sıradan izleyicilerden de olumlu dönüşler oldu. Yüreğimizi çok okşayan ve doğru tespitler diye düşündüğüm yorumlar da oldu. Eskişehir Film Festivali’nde izleyen öğrencilerden birinin çok beğendiğim ve paylaştığımız bir yazısı var, hani siparişle isteseniz bu filmi öv deseniz bu kadar içten bir yazıya sahip olamazsınız. Bazı sinema yazarları heyecanla ikinci sinema filminizi bekliyoruz dediler.
Şebnem Aykol: Filminizle ilgili sorularımızı bitirdik son olarak size fotoğraf ile ilgili bir soru yöneltmek istiyorum. Artık hep sinema mı, fotoğrafla ilgili projeleriniz olacak mı?
Aslında ikisi birlikte gitsin istiyorum. Fotoğraf ile ilgili bir projem de var kafamda ama buna bir türlü başlayamadım, başlasam devamını getiririm. Portre çekmek istiyorum işin açıkcası. İkinci filmin heyecanı ile senaryosuna başladık ve onun heyecanı sürüyor. Kendi söylediğimi kendim yapmazsam olmaz, yoğunlaşırsanız iyi iş çıkarırsınız. Bazen hani yoğunlaşıp çalışırsınız, sonra biraz ara verip uzaklaşmak gerekir, o zaman diğer projeyi ele alabilirsiniz… Ama ikisi bir arada zor, şu an için.
Ama fotoğraf hep var, fotoğraf yüreğimin yarısı ise sinema da diğer yarısı. Artık ikisinin de olmaması imkansız.
Şebnem Aykol: Ancak ikinci film derkenki coşkunuz fotoğraf derken pek sezilmiyor. Sanki sinema biraz rol çalmış gibi?
Rol çalmış olabilir tabi. Çünkü şu an yoğun olarak kafamda ikinci proje olduğu için ve Kar Beyaz’ın koşturmacası da halen devam ettiği için -bu senenin sonuna kadar birkaç festival için aldığımız davetler var, onlara da gitmelerimiz gelmelerimiz olacak- sinema heyacanı, özellikle ikinci film heyecanı her şeyden baskın şu sıra doğal olarak…
Hasan-Şebnem: Bize ayırdığınız vakit ve samimi söyleşimiz için çok teşekkür ederiz.
Ben de son olarak sizle ilgili bir şey söylemek istiyorum. Bu Andrei Tarkovsky’in bir sözüdür; o röportaj yapmaya gelen kişilere, “Bana akıllı sorular sorun” demiş ben de bana akıllı sorular sorduğunuz için teşekkür ediyorum.