Kar ve ter / Ruhan Odabaş

2010.02.23

Her şey Sabahattin Ali ile başladı…

Yaşamını İstanbul’da sürdüren, mühendisliğinin yanı sıra, iyi bir fotoğraf sanatçısı olarak da tanıdığım, yakın da akrabam olan Selim Güneş bir gün telefon edip de “Sabahattin Ali’nin “Ayran” adlı öyküsünü senaryolaştırıyorum. Bir film yapmayı düşünüyorum. Bir gün İzmit’e gelsem sohbet edebilir miydik” dediğinde başladı her şey. Geldi, Ziganalı’nın bahçesinde oturduk, senaryoyu bir kez daha gözden geçirdik derken; benim öğrencilik yıllarımdaki tiyatro çalışmalarıma geldi söz.

Ardından da Selim’in önerisi; “Kadir dedeyi sen oynayacaksın!” Olur muydu, olmaz mıydı derken, kendimi “Kar Beyaz”ın içinde buldum.

Şimdi de; “Kar Beyaz nedir” diye soracaksınız! Haklısınız. “Kar Beyaz”; Sabahattin Ali’nin “Ayran” adlı öyküsünden Selim Güneş’in uyarladığı ve çektiği filmi…

Peki, film nerede çekilecekti!.. Selim onun da saptamasını yapmış ve Artvin olarak düşünmüştü. Artvin derken, Şavşat’ın bir cennet köşesi olan, şimdilerde İmerhev’in, yani Meydancık’ın Maden Köyü olarak bilinen ama eski ve gerçek adı Bazgiret olan bölgesinde başlayacaktı filmin çekimleri.

Yalnızca yer mi?

Sorun yalnızca yer değildi kuşkusuz. Filmin kadrosu da önemliydi. Her şey bir yana, toplumsal sorumluluk da üstlenmişti böyle bir filme soyunmakla Selim Güneş.

Büyük düşündü ve filmin en ağırlıklı rolünü, bu konuda hiç deneyimi olmayan, kendi köyünden Hakan Korkmaz’a verdi. O Hakan ki, henüz ilköğretim okulu 8. sınıf öğrencisiydi ve gerçekten de bu konuda hiçbir deneyimi yoktu…

Bizden daha erken gitti Selim. Artvin’de, Şavşat’ta görüşmeler yaptı, yer saptamalarında bulundu. Daha sonra biz, İstanbul Atatürk Havaalanı’ndan Batum’a giden bir uçağa bindik. Kısa bir yolculuktan sonra Batum’a, oradan Sarp ve Hopa’ya, oradan da Artvin ve Şavşat’a, daha doğrusu İmerhev’e çıktık.

O yörelerdeki en büyük sorunlardan biri konaklamadır. O güzelim yerlere gidip gezen ne yazık ki yeteri kadar insan yok. Öyle olunca da yöre insanı bu tür girişimlerde bulunmuyor demek ki. İmerhev Çok Programlı Lisesi’nin yatakhanesinde kalmamız bundan olsa gerek…

Bazgiret’e gidiyoruz

İki akşamımız İmerhev’de geçti. Çekimlerin bir bölümü orada yapılacaktı ve öyle de oldu. Üçüncü gün Bazgiret’in, yeni adıyla Maden köyünün yolunu tuttuk.

Bir yere kadar fena değildi. Eskimiş bir asfalttan sürdük arabaları. Daha sonra toprak yola girdik. Yavaş yavaş çamura, sonra da kara bulandık derken, Bazgiret’teki değirmenin dibinde bıraktık arabaları. Daha yukarı çıkmak olası değildi çünkü. Köyün her yanı kar altında, bembeyazdı.

Son derece sıcak bir karşılama gördük köy halkından. Otantik yapısı hiç bozulmamış Bazgiret insanının candan ilgisini gördük daha gider gitmez. Köyün altından öküzlerin çektiği kızaklara yüklediğimiz eşyalarımızı, konaklayacağımız evlere taşıdılar. Her yanı ahşap, sağlıklı evlerde, tertemiz yatak ve yorganlarda konuk edip, kahvaltılarımızı, yemeklerimizi en doğal besinlerle yaptırdılar. Yaklaşık 1800 metre yükseklikteki köyde ve çevrede geçirdiğimiz zaman süresince, bedenimizdeki tüm kanın değiştiğini, yenilendiğini söylersek atmamış oluruz diye düşünüyorum…

Dedim ya, Bazgiret’in yeni adı “Maden” imiş. Neden “Maden” olduğunu sordum yöredeki insanlara. Köyün yanından geçen küçük ırmağın hemen karşı tarafındaki bölgeden kurşun madeni çıkarılırmış bir zamanlar. Ad oradan geliyormuş. Sanırım artık yeteri kadar verim alınamadığı için kapamışlar ocakları.

Köy halkı ne ile geçiniyor peki? Böyle bir soru aklınıza gelir değil mi?

Küçük ölçekte hayvancılık yapıyorlar. Yumurtalarını kendi tavuklarından, sütlerini, peynirlerini kendi ineklerinden sağlıyorlar. Lahana, fasulye gibi sebzeler, elma, armut gibi meyveler de yine kendi bahçelerinden. Yetiyor mu? Anladığım kadarıyla; kurbanlık da besliyorlar. Tanıştığım hemen herkesten aynı şeyleri dinledim çünkü. Küçükken aldıkları büyükbaş hayvanları besliyorlar, kurbanlık olarak pazara götürüp satıyorlar. Onlar için belki de en önemli gelir kaynağı bu.

Çekimler başlıyor

Bazgiret’teki çekimlere hemen ertesi gün sabah başlıyoruz. Sabah saat 04.00’te kalkış, güzel bir kahvaltı ve saat 05.00 gibi çekimler. Ortalık karmış, soğukmuş, durmak yok. Yok çünkü, filmin programlanan zamanda bitmesi gerekiyor. O programlanan zaman da 7 Mart 2010.

Filmin adı “Kar Beyaz” ya, Bazgiret’in her yeri bembeyaz. Bu anlamda sıkıntımız yok. Biz kimi sabahlar erken kalkma gereği duymuyoruz. Hangi arkadaşımızın çekimi varsa o kalkıyor erkenden. Ne ki, Selim Güneş için böyle bir şey söz konusu değil. Yönetmen Selim olunca, her sabah mutlaka erken kalkmak zorunda. Bu da oldukça yorucu tabi Selim için.

Tüm ekip, elinden geleni değil, gelmeyeni bile yapmaya özen gösteriyor. Köyden aramıza katılan figüran arkadaşların performansı ise hepimizi şaşkına çevirmiş durumda. Yılların tiyatrocusu ya da sinema oyuncusu gibiler.

Her şey yolunda gidiyor denebilir. Ufak tefek sıkıntılarımız da yok değil ama, o kadar kusur kadı kızında bile olur diye düşünüyoruz.

Bazgiret’teki çekimlerimizi tamamlayıp dönüşe geçiyoruz. Rota yeniden Meydancık, yeniden Çok Programlı Lise. Ne ki, köy insanına çok alışmışız. Ayrılmamız bayağı zor oluyor, duygusal anlar yaşanıyor karşılıklı olarak.

Kaçınılmaz son; vedalaşıyor ve ayrılıyoruz Bazgiret’ten. Ayrılıyoruz ama, çalışmalarımızı ve bizi özetleyen bir şiirle…

BAZGİRET’İN GÜZEL GÖZLÜ ÇOCUĞU

Kar ve ter
ama her yer.
Ardı sıra yoksulluk
ihanet sonrası sökün eder.

Evine direk bir ana
bir çocuk, ama daha çocuk;
tanrı belki
acımasız
küçücük omuzlarına
kirli bir dünya yükler.

Yaban tavuklarının bildik sesleri
çam sakızı kokularını taşır, gecelerden sabahlara.
Yıldızların yeryüzüne
en yakın olduğu zaman
baharı bekler belli belirsiz;
sevdalanmaya az kala.

Umudun adını
kara ocağın başına yazmıştır, daha bu yaşta
emeğe yazmıştır, kıvançlı.
Bir güğüm ayranın durusuna
sesini düşürmüştür ki;
Gamaşet’ten, Daba’dan,
Deviyet’ten, Zeliyet’ten gelir
geleceğe gider.

Kara kışlar yaşar
Kar Beyaz’lar görür, acılara dost.
Ağıtlar dinler en ummadıklarından
en ummadığı yerinde yaşamın.
Gecenin sabaha ucu gibi
gün patlar apansız
ışığa yol sorar güvercin öpüşünde.

Bazgiret’in güzel gözlü çocuğu
soluklanır
gülümser
yeni bir dünya kurar düşünde…

Güzel anılarla ayrılıyoruz Bazgiret’ten. Çekimlerin bir bölümünü yaptığımız su değirmeninin altından aracımıza biniyor ve yeniden Meydancık’ın yolunu tutuyoruz. Yol geldiğimizdeki kadar kar ya da çamur değil ama, biz oralardayken gelip şöyle bir kısa temizlik yapan greyderin faydası bunlar.

Eşyalarımızın önemli bölümünü Meydancık Çok Programlı Lisesi’nin yatakhanesinde bırakmıştık ve en büyük sorunumuz duş yapamamaktı. Çok çabuk biçimde Şavşat’a gitmek, bir otele yerleşmek ve ılık bir banyoyla kendimize gelmek istiyorduk.

Bazgiret’ten indiğimiz gün, Meydancık’ta önemli çekimler yaptık. Geriye Şavşat’taki çekimlerimiz kalmıştı artık. Lisenin yatakhanesinde bir gece daha konuk oluyoruz ve Şavşat’a gidiyoruz artık.

Laşet’teyiz

Artvin’in geneli bu anlamda yetersiz belki. Yani, konaklamak için seçenek çok değil. Şavşat daha da zor doğal olarak. Oysa ki, o bölgelerde müthiş bir doğa var ve turizm potansiyeli inanılmaz. Yeteri kadar tanıtım yapılmaması elbette ki önemli etken.

Selim ve özellikle de eşi Nur, ekibi rahat ettirebilmek için çok yoğun çaba harcıyorlar. Dinlenmemizi sağlayabilmek için, olabildiğince çabuk yer bulma uğraşındalar. Mevsimin kış olması da bu çalışmaları zorlaştırıyor tabii. Sorup soruşturup bir yer bulunuyor sonunda; Laşet.

Şavşat’tan çıkıp Ardahan’a doğru gidiyorsunuz. Mamanelis’i geçiyorsunuz, Kuçen sapağını da geçiyorsunuz ve Sahara’ya tırmanmaya başlamadan önce, derenin içinde Laşet’i görüyorsunuz. Yani, Şavşat’a birkaç kilometrelik bir uzaklıkta.

Hafif bir yamacın yükseltisine kurulmuş, ahşap ağırlıklı bir bina Laşet. Alt katı restoran, üst katı motel. Motel bölümündeki oda ve yatak sayısı çok değil ama, bir de bungalovları var Laşet’in.

“Kar Beyaz” ekibi olarak baktığımızda; oyuncu kadrosu ve diğer arkadaşların toplamı 30 kişinin üstüne oldu. Böyle olunca da Laşet’in restoran bölümündeki yatak sayısı yetmedi bize. Ben ve bazı arkadaşlar, Laşet’in Kuçen’deki (Kocabey) bungalovlarında kaldık hep. Orası da Laşet’ten birkaç kilometre aşağıda, Kocabey köyünün içinde bir yer. 10 tane bungalov var, her birinde üç ya da dört kişi kalabiliyor. Her yanı ahşap, duş ve sıcak su var, ısınma sorunu yok. Kuçen’in müthiş manzarası da cabası…

Sabah 04.00, akşam 17.00

Özellikle o gün çekimleri olan arkadaşlarım sabah 04.00 gibi kalktılar, 05.00 gibi kahvaltılarını bitirdiler ve çekimlere başladılar. Yerlerde yarım metre kar varken ve denizden bin metre, bin beş yüz metre yükseklikteyken, sabahın o ayazını yemek nasıl bir şeydir düşünün! Kaldı ki, rol alan arkadaşlarım böyleydi. Kamera ekibi, ışıkçılar ve yönetmen, eksiksiz her sabah 04.00 – 17.00 çalıştılar ve ben ilk kez bir film çekiminin bu denli yoğun emek gerektirdiğini görmüş oldum. Sıcacık odalarında, ayaklarını uzatıp dizi film izleyenleri de aklımdan geçirmedim değil.

Şavşat’taki çekimlerin büyük bölümü Sahara’nın eteklerinde yapıldı. Bilen bilir de bilmeyen de haklı olarak sorar; “Sahara neresi?”

Sahara, Şavşat ile Ardahan’ı birbirine bağlayan yolun ormanlık ve tepe noktası. En yüksek yerindeki tabelada 2640 metre yazan bir güzellik. 2 bin metreye kadar olan bölümündeki çam ağaçları görülmeye değer. 2 binden sonra ise tam bir yayla görünümü var, yani ağaç yok. Kış aylarında bembeyaz kar örtüsü, yaz aylarında da yemyeşil çayırlar süsler. Bölge insanının yaz aylarındaki yaylaları buralar.

Dedim ya, zor işmiş. Selim Güneş’in yerinde olmak istemezdim doğrusu. Nur Güneş’in de elbette. Herkesin derdini dinlemek, ortamı hazırlamak, eksikleri gidermek, çekimleri düşünmek gibi bir yığın iş o insanların sırtında. Duyulmuş, duyurulmuş ve başarılı da olması gereken bir çalışmanın sorumluluğunu azımsamamak gerekiyor.

Laşet’in yakınlarındaki viraja kurduğumuz kulübe bize sığınak da oluyor aynı zamanda. Küçük bir soba kuruyoruz ve işlerimizin aralıklarında gidip ısınıyoruz. Aynı zamanda filmin bir parçası o kulübe ve soba. Filmin finalinde bir yangın çıkıyor ve bizi onca zaman koruyan o tahta kulübe yanıp kül oluyor.

Bir düğün sahnesi

“Kar Beyaz”ın bir düğün sahnesi var. O sahnenin çekimi için Selim Güneş ve arkadaşları yer arıyorlar. Kimden sormuşlar, nasıl bulmuşlar bilmiyorum; Şavşat’ın Vanta (Elmalı) köyünde eski bir okul binasını kestirmişler gözlerine. Hani şu bizim bildiğimiz eski, tek katlı, taş ve iki sınıflı okullardan biri. Ne yazık ki şu anda boş. İlkokulların İlköğretim yapıldığı ve taşımalı sistemle köy okullarının boşaltıldığı yerlerden biri. Çekimler için erkenden gittik. Önceden giden arkadaşlarımız okulu temizlemişler, büyükçe olan sınıfı, kapı girişini süslemişler. Okulun bahçesi de düğün için düzenlenmiş. Benim merak ettiğim, köy düğünü için insan kalabalığı nereden bulunacak!

Köy ve yöre insanı gönüllü olarak figüranlık yapıyor. Ne ki, her biri sanki daha önce filmlerde oynamış gibi deneyimli. Yöresel giysileriyle gelen erkekler ve kadınlar, Selim’in istediği gibi bir armoni oluşturuyorlar.

Yıllar öncesine, Bitlis’in o uzak dağ köyüne gidiyor aklım. Çocuk denecek yaşta yollandığım Çırçak’ta yaşadıklarım, yaşam deneyimimin çok önemli bölümünü oluşturuyor kuşkusuz. Olumlu ya da olumsuz bir yığın anı canlanıyor beynimde.

Müfettiş Turhan Satan geliyor örneğin aklıma. Bir akşam saatinde köye, beni denetlemeye gelmesi, duvarda çakılı tahta sandıktaki kitaplarımı görmesi, benim asker olmam ve o kitaplar nedeniyle başıma bir iş geleceğini düşünmem ama yanılmam geliyor. Halâ duvarda asılı duran Atatürk fotoğrafı, o okuldan, o sınıftan kimlerin gelip geçtiği, kimlerin mezun olduğu, mezun olanların şimdi nerelerde oldukları geliyor…

Başarılı bir çekim olduğunu düşünüyoruz ve yeniden Şavşat’ın, oradan da Laşet’in yolunu tutuyoruz. Ertesi gün yeniden yoğun olacak, yorucu olacak çünkü… Şavşat’ta yazdığım bir başka şiirle sizlere veda etmek istiyorum. Bu şiir ki, belki de bir aylık Şavşat, İmerhev, Bazgiret maceramızın özeti oldu.

GİTMEK ZORDUR

Bilirsin, gitmek zordur,
uzak olmak sevdiklerinden.
Her şey bir yana,
kırağı düşmüş gibi olur bir çiçeğe,
uzun yolculuklar;
çorbanın tuzunu,
çayın şekerini unutmak gibi.

Daha sen doğmadan,
tahta sandıklara saklanan,
ucu dantelli yazmaların
buruk tadını düşün şimdi!
Düşün ki,
yalnızlık kokar bir yanı!
Öldüresiye bir özlemin
elle tu
tulur yüzünü bulursun;
tam da öyle bir şey sensizlik.

Aynı kentte soluk almak,
aynı kaldırım taşlarına basmak bile
neler anlatır insana değil mi?
Karlı bir Şavşat akşamının
anason kokulu bir anında
nedensiz düşüyorsan aklımın orta yerine,
seni nerelere saklayabilirim,
kime, nasıl anlatabilirim ki hüznümü?

Mamanelis dedim,
eski bir dostu anımsadım,
Gerkulop’tan bir yoldaşımın
moraran tırnakları takıldı aklıma;
soğuktan değil, işkenceden.
Laşet’te,
Sahara’ya tırmanan yokuşun dibinde,
utanmakla direnmek arası günler yaşarken,
Şavşat Meydanı’ndaki
kurşun seslerini öptüm, ciğerime saplanan.

İnanmayacaksın belki ama,
Enver Karagöz
bir bağımsızlık şiiri okuyordu, duydum, dinledim
ve sen gibiydi sözcükler sanki;
duru
pervasız
yürekli;
sen gibi işte, daha ne deyim…