Altyazı Dergisi, Mayıs 2011
Kar Beyaz, uzunca bir festival yolculuğunun ardından bu ay vizyonda. Yönetmen Selim Güneş, kökeni çocukluğuna dayanan sinema tutkusundan ilk filminin ortaya çıkışına uzanan süreci anlatırken, Uşak’taki buharlı trenden Şavşat’taki Dev-Yol’culara pek çok şeyden bahsetti.
Yıllarca fotoğrafçılık yaptıktan sonra sinemaya başlamaya nasıl karar verdiniz?
Artvin’in Borçka ilçesinde geçen çocukluk yıllarımda, ağabeyim Kars’ta okuyordu. Orada izlediği filmleri, Borçka’ya geldiği zaman bize anlatırdı. 100 dakikalık filmi plan plan, sahne sahne, olay olay, o karakterleri canlandırarak, en az 120-130 dakika anlatırdı. Biz de ağabeyimiz tekrar geldin de bize film anlatsın diye heyacanla beklerdik. Bu yüzden Kar Beyaz’ı ona adadım. 1960’ların sonunda ve 70’li yıllardaysa, uzun süre sinema işletmeciliği yapan amcamın yanında geçirdiğim yaz tatillerinde, sabahtan akşama film izliyordum. O dönemde özellikle Hint filmleri çok popülerdi… Kısacası çocukluğum hep sinemanın içinde geçti.
Fotoğrafa başlamam ise tamamen tesadüf eseridir. Bir arkadaşıma eşlik etmek için İFSAK’taki kursa gitmeye başladım, o bir sene sonra bıraktı, ben yeteneğimi, iyi şeyler ürettiğimi görünce fotoğrafa devam ettim. Çektiğim bazı fotoğraflar bana bir sinema filminin sahnesi olabilir gibi gelir, film bu kareden başlayabilir diye düşünürüm. Yaklaşık 20 senedir fotoğraf dünyasının içindeyim. Yüreğimin yarısında sinema varken, yarısında fotoğraf vardı ama sinemayı hep iyi bir izleyici olarak takip etmiştim. “Artık bir sinema filmi yapmam lazım” dediğim bir anı hatırlamıyorum; o istek yavaş yavaş ortaya çıktı. Beni tetikleyen şey ise, Sabahattin Ali’nin “Ayran” öyküsünü okumam oldu.
Hikayenin konusu muydu sizi ilk çarpan? Yoksa bir fotoğrafçı bakışıyla, görselliğini hayal ederek mi yola çıktınız?
Aslında ikisi de var tabii.Adını şu an hatırlamadığım bir edebiyatçımız ‘Ayran’ı “ İnsanın yüreğini bir kurşun gibi delip geçen bir öykü” olarak tarif ediyor. ‘Ayran’ 1938 yılında, -Sabahattin Ali yer belirtmese de- Ege’de, çorak bir köy ortamında, tahminimce Balıkesir yakınlarında geçiyor. Öyküde ayran satmak için tren yoluna gidiyor çocuk. Trenler çok sinematografiktir. Okuduğumda çok etkilenmiş, bundan görselliği müthiş bir film çıkabilir diye hissetmiştim. Dolayısıyla sinema yapmaya karar verdiğimde tereddütsüz bu öyküyü düşündüm.
Ama sonuçta öyküyü sinemaya uyarlarken hem mekanı değiştirdiniz, Doğu Karadeniz’e taşındınız; hem de hikayenin geçtiği dönemi 1930’lardan 1970’lere taşıdınız. Bu değişiklikler birer tercih miydi yoksa zorunluluk mu?
Aslında senaryonun ilk 5-6 versiyonunu hep tren yoluna göre yazmıştım. Ama sonra Türkiye’de bir tek Uşak’ta buharlı tren kaldığını, onun da turistik olsun diye gıcır gıcır boyandığını öğrendim. Bu yüzden trenle çekmenin maliyeti de çok yüksek olacaktı. Trenden vazgeçince, Türkiye’nin her yerinde, yol kenarında mevsimine göre bir şeyler satan çocukları düşündüm. Yol kenarına uyarlayınca, bu sefer köyün yoldan biraz uzak bir yerde olması lazım düşüncesiyle, mekan araştırmasına giriştim. Şavşat’ta fotoğraf çektim, Zonguldak’ı düşündüm, Kastamonu’da araştırmalarda bulundum. Artvin’de filmin başında geçen Maden köyünü görür görmez buranın doğal bir plato olduğunu hissettim. Yani Artvinli olduğum için değil, Maden köyünün filme uygun atmosferi nedeniyle orayı tercih ettim.
Radyo haberlerinden anlaşıldığı kadarıyla film 1970’li, 80’li yıllarda darbe döneminde geçiyor. Öyküye böyle bir politik arka plan katmaya nasıl karar verdiniz?
Ayran’da baba karakteri yoktu, ben onu ilave ettim, fakat aileden uzakta olması için bir neden gerekiyordu. Senaryoya başladığımda öykü 12 Mart muhtırası sonrasında geçiyordu. Filmdeki radyo haberleri de 1971 sonrası haberlerin uyarlamalarıdır. Ama iş bir noktaya geldikten sonra 70 dönemi mi, 80 dönemi mi, belirsiz bırakmaya karar verdim. Açılış sahnesinde tarih ve yer yazayım, diye düşünüyordum ama sonra bir dönemsizlik hissi taşımasının daha güzel olacağına karar verdim ve onların hepsini kaldırdım.
Ama bir şekilde o politik boyut ve hapisteki baba da ağır basıyor filmde…
Tabii, tabii… Artvin’in Şavşat ilçesi, 12 Eylül’de en çok hırpalanan, insanların en çok acı çektiği yerlerden biridir. Şavşat halkı 12 Eylül sonrasında çok sıkıntı çekti. Dolayısıyla öyküyü o ortama taşıyınca, babanın hapse girmesini ve çocuğun başına gelen olayları tetikleyen neden olarak darbeyi konumlandırdım.
Senaryo yazım süreciniz nasıl geçti?
Senaryoyu belirli bir aşamada, Nesli Çölgeçen’e okuttum. Nesli Bey dışında sinema sektörüyle hiçbir ilişkim, tanışıklığım yoktu. Nesli Bey senaryonun ilk hallerinden birini okudu, “Selim, bundan iyi kısa film olur, uzun film olmaz, uzun olması için biraz daha geliştirmen gerek; ama uzun olacaksa da bunu sen yapmalısın” dedi. Benim için çok motive edici bir konuşmaydı.
Filmde genel olarak sinema deneyimi olmayan oyuncularla tanıştınız. Hazırlık süreci nasıl geçti?
Yolcuyu canlandıran Kaya Akkaya dışında neredeyse kimsenin deneyimi yoktu. Tiyatro kökenli oyuncular ve amatörler vardı. Hasan’ı canlandıran Hakan Korkmaz benim köyümden bir çocuk; onun o bir omzu düşük, boynu içeride duruşunu görür görmez doğru oyuncu olduğunu anladım.
Altın Portakal’da kazandığınız ödülün ardından filmin müzikleri konusunda bir polemik yaşandı. Müziklerin Mircan’a ait olup olmadığı tartışıldı. İşin içyüzünü sizden dinleyebilir miyiz?
Mircan’ın daha önceki bir albümündeki ‘Ninni’ isimli Lazca parçayı duyduğumda çok etkilenmiştim. Bir annenin ölmüş çocuğuna ağıtı olan şarkının “Korkma çocuğum, karanlıktan korkma, ben sana aydınlık bir rüya sözü veriyorum” diyen sözlerinin çevirisini okuduğumda, sipariş versem Kar Beyaz’a bu kadar uygun bir parça bulamazdım diye düşündüm. Mircan’ı buldum, o da bizimle Şavşat’a geldi. Benim asıl istediğim sadece o parçasını kullanmaktı ama sonra onun yayınlanmış 5-6 parçası daha filme girdi. Kurgu aşamasında Mircan “sadece benim parçalarımla bu iş olmaz, bu filmin ruhuna uygun tema müzikleri de kullanmalıyız,” dedi. Mircan’la daha önce çalışmış olan çellist Uğur Işık’la, çalışmaya karar verdik. Ama bu süreç içinde Uğur Işık’ı hiç tanımadık; tek muhatabımız Mircan oldu. Müziklerin nerede, nasıl gireceği, ses ve müziğin tonlarının nasıl değişeceği gibi kararlarda hep Mircan’la çalıştık.
Uğur Işık’ın ismi filmin son jeneriğinde birkaç yerde geçiyor. Hatta filmin orijinal müziği olarak Mircan ve Uğur Işık adları geçiyor. Ama Uğur Işık’ın ismi ön jenerikte Mircan’la birlikte yazılmadı. Bu konuda film Altın Portakal’da “En İyi Müzik” ödülünü alana kadar bir daha gündeme gelmedi. Şimdi iş mahkemelik olduğu için daha fazla bir şey söylemek istemiyorum.
Film yurtiçi ve yurtdışı festivallerde gösterildi. Filme izleyicilerin tepkileri nasıl oldu?
Benim gördüğüm kadarıyla özellikle kadınlar daha çok etkileniyor, filmdeki annelik duygusu nedeniyle… “Keşke hikayeyi daha düz bir kurguyla anlatsaydın” gibi yorumlar da geldi. Ama ben bu kurgusunun doğru olduğunu düşünüyorum. Yer yer çocuğun rüyası, anıları ve hayalleri iç içe geçiyor. Bunları birbirinden birçok teknikle ayırmak mümkün ama ben ayırmamayı tercih ettim. Ne olduğu sonradan anlaşılan kimi ayrıntılar bence filmimize zenginlik kattı.
Fotoğrafçı kimliğinize dönersek, görsel yapıyı oluştururken fotoğrafçı bakışınızın nasıl bir katkısı oldu filme?
Kimi filmlerde kadraja dahi görüntü yönetmenleri karar veriyor. Bana göre doğrusu kadraja tamamen yönetmenin karar vermesi. Kamera buraya konulacak, objektif şu olacak, kadrajımız bu olacak… Burada fotoğraftan geliyor olmak mutlaka büyük bir avantaj ama kadraja karar verirken “bu iyi bir fotoğraf” diye bakmadım hiçbir zaman. O keskin bıçağın doğru tarafında olmak şarttı, onu becerebildiysem güzel bir şey olmuştur diye düşünüyorum.
*****