Yerel ezbere evrensel dokunuş / Kerem Akça

haberturk.com, 2011.05.13

Yedinci sanatta karakterlerin ruh halini görselleştirmek incelikli bir motivasyon, bakış açısı ve ideoloji ister. Sinemanın tarihsel sürecinde de özellikle bir mekanda yabancılaştırılan bireyleri stilize ve mistik evrenlere kavuşturan Andrei Tarkovsky, bu konuda en dikkat çekici formülü vermiştir. Selim Güneş ise burada belki de “Sonbahar”a nazire yaparcasına bir Karadeniz köyünde ölümle ve maddi sıkıntılarla boğuşan, adeta arafta hapsolmuş bir çocuğun öznel dünyasını perdeye aktarıyor. Sessiz, mistik, soyut, aykırı, mitolojik, stilize, gerçeküstücü, öznel, varoluşçu, şiirsel gibi sıfatlarla yoğrulan “Kar Beyaz”, sınıfsal sorunlarımız üzerine evrensel bir sinema dili inşa ederken, alışık olduğumuz o ‘samimi köy filmi’ formülünü de yıkıyor. Böylece sinema üzerine fazlaca kafa patlatan sinefil bir yönetmenimizin daha doğuşunu müjdelemiş oluyor.

Belli ki “Sonbahar” (2008) sonrasında Türkiye’deki doğa güzelliklerini ‘yabancılaşma mekanı’na çevirmek bir eğilime dönüşecek. Selim Güneş’in ilk filmi “Kar Beyaz” (2010) da, ‘az diyalog çok sinema’ stratejisini izlerken bu aşamada o eserin durduğu yerden aşağı kalmıyor. Hatta o noktanın üzerine çıktığı dahi söylenebilir filmin. Çünkü onun kadar duygusallığa batmadan, sinemasal sonuçlarını son derece profesyonel ve mesafeli bir bakışla kavrayan bir eser var karşımızda.

Kaynağını Tarkovsky ve Sokurov’dan almış

Zira yönetmenin ciddi sorunları olan, maddi bunalımdaki bir çocuğun halet-i ruhiyesini ele alırken ortaya koydukları, Andrei Tarkovsky’nin film modelinden güç alarak uluslararası bir anlam kazanmış. Bir tarafıyla onun “Ayna”sını (“Zerkalo”, 1975), bir tarafıyla da üstadın sinemasını yenileyen Sokurov’un “Ana ve Oğlu”nu (“Mat i Syn”, 1997) hatırlatıyor “Kar Beyaz” stilize dünyasıyla.

Selim Güneş’in eşsiz evreni, Lazca bir şarkı, şiir sözleri ve diyaloglar üzerinden bir iletişimsizlik hissiyatı yaratırken, oğlanın etrafındakilerle ve annesiyle ilişkisini de bu minvalde kurguluyor. Bunun üzerine at, orman, bıçak, kesilen duvar, kırmızı boya gibi metaforik dokunuşlar da eklenince bu ölüm-yaşam arasında kalmış mekan adeta mitik, mistik ve fantastik okumalara açık hale geliyor.

Farklı okumalara açık

Hıristiyanlıkta olsa boşluğu (limbo) temsil edebilecek zamansız ‘kar beyaz evreni’, bizde arafa denk geliyor sanki. Mitolojik açıdan bakınca ise Hades’in sıkışmışlık-arada kalmışlık duygusunu hatırlatıyor. Lafın özü bir karakterin yalnızlığıyla ortaya çıkan psikolojik, felsefik, mitolojik ve dini metinlere odaklanıyor “Kar Beyaz”.

Aslında bu çerçeveden bakınca 10 yaşındaki Hasan’ın ruh halini aykırı açılar ve ses kullanımıyla kavrarken, ‘beyaz at’ gibi umut veren metaforlar eklemesi boşuna değil Güneş’in. Zira İslam mitlerine göre ‘öte dünyaya götüren’ anlamına gelen bu sembolün orada durmasının bir sebebi var. Düşünsel anlamda da Nietzsche’nin görüşleriyle bir bağ kurduğu söylenebilir filmin. Sinemaskop formatında yakalanan ufuk açıcı sinematografik çıkarımlar da bu toplama büyük katkı yapıyor.

Karlık alanın nasıl ruhani ve sinemasal hale getirilebileceğini ispatlıyor

Yönetmenin tüm bu amaçları ışığında bir karakterin ruh halini anlatırken bakış açısı çekimleri, karakterlerin uzağında kalan eşyaların yakın planları, ana akışı bozucu yavaş çekim kullanımı, incelikli ses tasarımı çalışması ve daha nicesiyle bir atmosfer filmi yarattığını görebiliyoruz. Buna istinaden tuvalde karşımıza çıkanın, birbiriyle konuşmayan insanlar üzerinden Sofia Coppola’vari bir iletişimsizlik şiirine açıldığı da söylenebilir.

“Kar Beyaz” daha soyut isminden başlayarak gerçek anlamda natüralist ve stilize bir sinema eserinin karşılığını sunuyor bize. Karlık alanın nasıl ruhani ve sinemasal hale getirilebileceğini, başta Kazakistan olmak üzere bir kısım üçüncü dünya ülkesi sinemasına daha kanıtlıyor.

Bu duruma ulaşırken filmin; Karadeniz’de bir köyde yaşayan alt sınıfın buhran halini, annesini ve iki kardeşini geçindirme derdindeki bir çocuğun gözünden yansıtma zekasının payı büyük. Zira non-diegetic ses (hikaye dışı ses) teriminden çokça beslenen yönetmenin, beyaz-gri tonları arasında gidip gelerek psikolojik dışavuruma katkı yapan sinematografiyi de tutarlı bir şekilde bütüne dahil ettiğini söyleyebiliriz.

HD kamerayı ve sinemaskop oranını uluslararası düzeyde kullanmış

“Kar Beyaz”, çekim ölçekleri, müzik girişi, hikaye kurgusu düzeni ve minimal (içten) oyunculuklardan aldığı destekle evrensel bir sinema filminin nasıl üretileceği konusunda sınıfı geçmiş. Ne mutlu ki sosyolojik anlamda dolu ve acıklı hikayelerden Selim Güneş gibi sinema alanına hakim yeni jenerasyon Türk yönetmenler çıkarım yapabiliyor. Zira kendisi sinemaskop oranını ve HD’yi kullanma becerisiyle de ‘balık baştan kokar’ deyimini tersine çevirmiş adeta.

Belki Reha Erdem’in detaycı ses kurgusundan, Özcan Alper’in daha önce formülü kullanmasından ya da “Üç Maymun” (2008), “Kosmos” (2009) ve “Pus”un (2009) aynı kamera çeşidi ile yakaladığı soyut ve gri yetiden cesaret aldığı ortada yönetmenin. Fakat Güneş, bu durumun da farkında olduğunu bunlardan kendi yorumunu çıkartmasını bilerek ispatlamış.

Türkiye’nin köy hayatındaki sosyal sorunlar üzerine çok katmanlı bir şiir

Zira sinemanın teknik olanaklarından güç alarak sessiz ama dopdolu bir ruhun sinemasal karşılığı perdede ancak bu kadar etkileyici hale getirilebilirdi. Belki Türkiye’nin sınıfsal sorunları üzerine çok katmanlı bir şiir olarak anılabilir “Kar Beyaz”.

Zaten en önemlisi de bizim alışık olduğumuz o zaman zaman amatör, zaman zaman çiğ, zaman zaman sadece samimi köy filmlerimizin dünya sinemasına uygun bir karşılığını bulması burada. Türk sineması da böylesi postmodern görüşlü ve yenilikçi yönetmenlere ihtiyaç duyuyor şu sıralar. Umarız Güneş, kariyerini daha ileri götürme yolunda adımlar atarken aynı ideolojik duruşunu korumasının yanında “Kar Beyaz”ın başlangıç kısmındaki atmosfer zaaflarını da göz önünde bulundurur.

*** http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/630096-peki-ya-dunyayi-kilise-yonetseydi

*** http://www.keremakca.net/karbeyaz.html